|
 |
|
HÜSEYİN CAHİTPaşa Mahallesi,
Odunpazarı, Eskişehir doğumlu olan Hüseyin Cahid (1911-2003) Eskişehir Mevlevihanesi son post-nişini, Bahaeddin
Dede Efendi ' nin (1875-1930) ortanca oğluydu. 1990 da doldurmuş olduğu kasetten hem gür sesini, hem de
masmavi gözlerini hasretle anarak, hikayesini aktaralım. - "Bizim
ocağın başları yarı Türkmen, yarı Yörük sayılır, Mevlana’ya çalar
büyük büyük dedeler. Bir gün Kurşunlu Camisine dek uzanıver, görürsün onları,
belki hala Sema eder dururlar." Hüseyin Cahit- 1978 de arkadaşı Muharrem Barut
a yazdığı mektuptan.
|
Hüseyin Cahit, babasi son postnisin Bahaeddin Dede ile |
" Eskişehir Mevlevi Dergahında babam Şih Bahaeddin Efendi nin yönetiminde
ayin ve semalara katılırdım. Ayinlerden çocuk aklıma göre en çok hoşlandığım
bölümlerini bir sıraya bakmazsızın bu kasede dolduruyorum.
Tekkenin
semahanesi, sema yeri ve mutrib olmak üzere iki kısımdı. Mutrib bir kat yukarda sema yerine hakim bir
durumdaydı. Semahanenin yan tarafında dedelerimizin sandukaları bulunurdu. Mutrib takımı ve
semazenler yerlerini aldıktan sonra şeyhin bir işareti ile büyük eniştemiz Hafız Arif,
mutrib den Naat-ı Mevlana'yı okurdu. Farsça olduğundan bunun yalnızca baş tarafını
geçiyorum: . Yâ
Hazret-i Mevlana, Hak dost, Ya Habiballah resul-i halık-ı yekta tüyi, veli olla, Allah hak dost.Bu
tamamlandıktan sonra sema başlardı. Ayinler genellikle Farsça idiler. En çok sevdiğim iki
Türkçeyi okuyacağım, birisi niyaz: Şem'i ruhuna cismimi pervane düşürdüm Evrak-ı dili âteş-i sûzâna
düşürdüm Bir katre iken kendimi ummane düşürdüm Takrir edemem derd-i derûnum
elemim var Mevlâyı seversen beni söyletme gamım var Dinle sözümü sana
direm özge edadır Derviş olana lazım olan aşk-ı Hüdadır Aşıkın
nesi var ise Maşuka fedadır Sema sefa, cana şifa, ruha gıdadır Ey sofi bizim sohbetimiz
cana şifadır Bir curamızı nuşedegör, derde devadır Hak ile ezel ettiğimiz
ahde vefadır Sema sefa cana şifa, ruha gıdadır Aşk ile gelin talib-i cuyende olalım Zevk ile safalar sürelim zinde olalım Hazret-i Mevlana’ya gelin bende olalım Sema sefa,
cana şifa, ruha gıdadır Söz - Müzik: Sultan Veled Orjinal konu: http://www.forumgaleri.com/ilahi-sozleri/13133-mehmet-emin-ay-semi-ruhuna-niyaz-ilahisi-ilahi-sozleri.html#ixzz2Dhd1wzsF
Şem'i ruhuna cismimi pervane düşürdüm Evrak-ı dili âteş-i sûzâna
düşürdüm Hayyefa yolumu vadihi hicran, hicrana düşürdüm
Bir katre iken kendimi umman, ummane düşürdüm Takrir edemem derd-i
derûnum elemim var Mevlâyı seversen beni söyletme gamım var Dinle sözümü
sana direm özge edadı, dost Derviş olana lazım olan aşk-ı Hüdadır Aşıkın
nesi var ise Maşuka fedadır Sema sefa, cana şifa, ruha gıdadır, dost Musiki neva kalbe
cila Aşki hüdadırEy sofu bizim sohbetimiz cana sefadır. Birden
birlikten nuşedelim derde devadır Hak ile ezel ettiğimiz ahde vefadır Sema sefa cana şifa, ruha gıdadır
Musiki neva kalbe cila aşkı hüdadır Aşk ile gelin talib-i
cuyende olalım Zevk ile safalar sürelim zinde olalım Hazret-i Mevlana’ya gelin bende olalım Sema sefa, cana şifa, ruha gıdadır Musiki neva kalbe cila aşkı hüdadır...(Güfte-beste:
Sultan Veled) http://www.youtube.com/watch?v=ThIKdC7OMvA (01 Mayıs 2012' de Hakka yürüyen Nezih Uzel'in anısına) Dedelerden
birisi Kuran dan bir parça okurdu. Örneğin Bakara süresinden. Bundan sonra Şih Halemenla
ilahe illallah ve 3 kere tekrarla: La ilahe ilalllah derdi. Ayinlerden yine Türkçe
olarak:Ey ki hezâr âferin bu nice sultân olur. Kulu olan
kişiler canım, hüsrev ü hâkân olur aman(Her
ki bugün Veled’e inanuben yüz süre, Yoksul ise bay olur, canım
bay ise sultân olur aman Bu nasıl bir sultandır ki hizmetçisi olanlar, padişah
olur. Bugün her kim (Sultan) Veled’e inanıp (dergâhına) yüz sürerse,
fakir ise bey olur, bey ise sultan olur. Güfte ve beste: Ahmet Eflaki Dede
http://www.youtube.com/watch?v=URvikgjgWY4 3’10”. dakikasında. Ben kardeşlerim
ve amca oğullarım bazen semaya, bazen mutribe katılırdık. Amcam Hilaleddin çok
güzel tambur ve ud çalardı. Amca oğlum İsa Pertev keman, Vedat ney çalardı. Abim Avni
ud, ney ve tambur, ben ney ve kudüm çalardım. Kardeşim Hasan ve en küçük amca oğlu
İsmal İlhan, yaşları nedeniyle yalnız merasim elbisesi giyer ve ayinlere katılırlardı. Mutribi
genellikle Fazıl Dede yönetirdi. Hilaleddin Amca katılırsa idare ona geçerdi. Semayı
Meydancı Dede Tayyip yönetirdi. Ayinin son selamında bazen babam cüzdanını Meydan Dedesine verir,
o da bunu mutribe atardı. Bu suretle mutrib parasal olarak onurlandırılmış olurdu. .
Ayin ve sema, bayram, kandil ve Mevlana'yı anma gibi özel günlerde Kurşunlu Camiinde
yapılırdı. Kara Mustafa Paşa tarafından yaptırılan bu cami dergah külliyesi içindeydi.
İyi bir mimari örneği olan cami, Kurşunlu diye anılırdı. Bunun nedeni kubbesinın
yağmur akışına karşı kurşun ile kaplanmış olmasındandı. Eskişehir
de, o yıllarda tek kubbeli camiydi bu ve bu gün solda sağda türüyen mimari özelliklerden
yoksun camilerden çok üstündü. Caminin personeli ve bakımı dergahca karşılanırdı.
Ayin ve sema camide yapıldığı zaman caminin iç katında kadınlar semayı izlerdi.
Bazı geceler yatsı namazından sonra camide zikredilirdi. Babam postuna oturur, onun sol ve sağında
dede ve dervişler bir çember oluştururdu. Kalın ipe geçirilmiş ceviz büyüklüğündeki
bir tesbih ortaya yayılırdı. Tesbihi herkes iki eliyle tutar ve duadan sonra "allah allah" diye zikredilir
ve bu arada tesbih de döndürülürdü. Şih ten başlayan imame tekrar şihin eline gelince
bir devir yapılmış olurdu. Bu devir güne göre 3- 5 kez yapılırdı. Daha coşulduğu
zaman bir işaretle hep birlikte ayağa kalkılır ve devir ayakta yapılırdı. Buna mevlevi
olmayanlarda katılabilirdi. . Dergah külliyesinde dedelerin ve dervişlerin
kalmaları için tek kişilik olan odalar, bir meşk odası, bir mutfak, bir çivili semahane,
2 menzilhane, 1 hamam ve şeyhin evi vardı. Çivili semahanede semaya ilk başlayanlar çalıştırılırdı.
Meşk odalarında dervişlere mevlevi adabı anlatılır, çalgı öğretilir, farsça
ders verilir ve Kuran okutulurdu. Her konunun bir sorumlu dedesi vardı. Dedeler, dervişler zikir ve musiki
çalışamalarından başka mutlaka bir sanat sahibi olurdu. Babam bu konuya çok önem
verirdi. 3 tane fanila örme makinesi, 4 tane çorap makinesi vardı. Kunduralarını kendileri tamir
ederlerdi. Fanile ve çoraplar pazarcı eliyle şehirde satılır ve geliriyle dergahın bütçesine
yardım sağlanırdı. Esas gelir su değirmeni ile diğer vakfiyelerden sağlanırdı.
Dergaha özel bir yolla içme suyu getirilmişti. . Bayramlarda
dedelerimizin ve Şih Edeb-Âli' nin türbesi ziyaret edilirdi. Önde teber taşıyan bir dede,
arkasında sancak ve muhafızları, sonra babam, onun arkasında mutrib takımı, yürüyerek
çalınabilen musiki aletleriyle yürürler ve daha sonra dedeler, dervişler ve halktan isteyen katılırdı.
Mevlevi musiki aletleri arasında önemli olan kudüm, bir derviş tarafında sırt kayışı
ile omuzdan arkaya doğru taşınır, kudümzen onun arkasından yürüyerek kudümünü
çalardı. Dergahla Şıh Edeb-Ali türbesi arasındaki mesafe hem çalarak hem ayin söylenerek
yürünürdü.Özel günlerde yapılan zikirlerde babam yüksek sesle "allah-ü
ekber" duasını okuyarak zikrin sona erdiğini belirtirdi. SonraAkşam-ı şerifler
hayrolaHayırlar feth olaŞerler def olaTanrının
ruhu kalbimizi münevver eyleyeDemler ve sefalar ziyade olaDem-i Hazreti Mevlana,
hû diyelim, hû! derdi hû diyelim, hû! söylenirken, zikre katılanlar
koro halinde bunu tekrarlarlardı. Bir süre beklendikten sonra yerle görüşülerek kalkılır
ve mukabele sona ermiş olurdu. . Semahane ve camiden çıkışın
da özel bir adabı vardı. Semanın, meşkin, sohbetin, giyim kuşamın, mutfak işlerinin,
pazarcılığın ve benzeri her konunun bir adabı vardı. Babam bunlara gereği gibi önem
verirdi. Örneğin yemek adabı şöyleydi: Matbah canlarından görevli birisi çiçek
bahçesinin taşına çıkarak ''hû, selam'' diye 3 kez bağırır, dede ve dervişleri
yemeğe çağırırdı. Yemekhaneye tahtadan yapılmış değirmi durumda somaklar
kurulurdu. Bunun üstüne çepeçevre kaşık ve bunun yanına bir tutam tuz konurdu. Herkes
diz çöküp oturduktan sonra sofrabaşı yemeğin getirilmesini işaretle bildirir ve yemek
bir karavana veya tencere içinde somatın orta yerine konurdu. Sofradakiler tuza parmaklarıyle banarlar sonra
kaşıklarıyle orta yerdeki kaptan yemeğe başlarlardı. Yemek bittikten sonra tekrar bir kez tuza
banılırdı. Su ve ekmek somatçı tarafından herkese işaretle istendikçe verilir,
suyu veren ve alan tasla görüşürdü. Sofrada konuşulmazdı.Yemek sona erince somatçı
"eyvallah" çeker, sofradakiler başparmak hariç diğer parmaklarını somata değdirirler
ve somatçı bir gülbank okurdu.ElhamdulilllahEşşükr-ü
billâh, hak berakâtını vereErenlerin nâm-ı nimeti ziyade olaBu
gitti, yenisi ganisi geleDem-i Hazreti Mevlana,Sır-ı Sultan-ı ateş baz-ı veliKerem-i
imam-ı Ali, hû diyelim, hû! Somatdakiler hep birlikte son "hû diyelim, hû!"
yu tekrarlardı.. Sema eğitimi de belli bir kuralla olurdu. Semaya başlayacak
kişi günlük elbisesi ile çalışır ve yalnızca sikke giyerdi. Ben semaya başladığım
zaman çıplak ayakla sema çivisinin yanına geldim. Niyaz durumunu aldım, sonra çivi ile
görüştüm ve ayağa kalktım. Semazen başı çivinin üstüne az miktarda
tuz koymuştu. Sol ayağımın baş parmağı ile 2. parmağı arasına çiviyi
aldım. Bu ayağıma direk derdik. Sağ ayağımı sol diz kapağı hizasına kadar
çıkardım ve bir çark yaptım. Bu ayağa da çark denirdi. Bu hareketi yapar ve
tekrar yere değerdi. Kollar niyaz durumda devamlı çapraz olarak kalırdı. Bu suretle bir devri tamamlamış
olurdu. Aynı şekilde 1. 2. ve 3. devirleri yapardım. Çividen çıkmak çok çabuk
olmazdı. Bazıları bir haftadan önce bazıları 3 günden önce çıkamazdı.
Ben zannediyorum 2 günde çividen çıkmıştım. Çividen çıktıktan
sonra artık tahta üzerinde rahatça dönülür ve bir ayağı diz kapağı hizasına
çıkarmak kaidesi de artık yürürlükten kalkardı. Daha sonra, çark etme bitiminden
hemen sonra, kol açma ve baş tutma usüllerini öğrendim. Semayı hem kendi etrafımda, hem
de bir çember üzerinde giderek yapmaya başlamıştım. Ben ve kardeşlerim çocuk yaşta
bunu birkaç saatte tamaladığımızı ve giysilerimizi giydiğimizi biliyorum. .
Mevlevilikteki adap aslında Mevlana tarafında konulmamıştır. O sema yapar,
vecde kapılı, mesnevi okur, etrafına nur saçar, mana ile uğraşır, zahiri ile ilgilenmezmiş.
Bütün bu koşullar daha sonra oğlu Sultan Veled ve ondan sonra gelenler tarafından geliştirilmiştir.
Örneğin Mevlananın giydiği sikke bugün kullanılanlara hiç benzemez. Sikkeler de zamanla
değişmiş. Hele bu gün, Mevlevi gösterisi - gösteri diyeceğim - yapanların başlarındaki
çok uzun ve tam bir yuvak olan sikkeler haline dönüşmüştür. Mevlana
semayı şöyle tarifler:"Sema varlıktan sıyrılıp kendinden geçerek
mutlak fenâ içinde bekâ tadı almaktır ".der. Ve kendisini de şöyle
tarif eder:"Ben bir denizim, kendi içinde taşan uçsuz bucaksız, kıyısız,
hür bir denizim".. Derviş olmak o kadar kolay değildi. Dervişlik
için baş vuranlar önce Meydancı Dede, daha sonra Kazancı Dede, en sonra da Aşçı
Dede tarafında bazı zorluklara koşulur ve bunlardan başarılı çıkarsa çileye
sokulması kabul edilirdi. . Babamın dergahında mevlevi giysileri
de yapılırdı. Bu giysiler hırka, şalvar, destegül, elif, lamet, mest, yemeni, galoş ve
tennure idi. Tennure yalnız mukabele günlerinde giyilirdi. Sikkeyi herkes giymek zorundaydı. Babam şih
olduğu için sikkesinde yeşil destar vardı. Diğer dedeler ve dervişler destar kullanmazdı.
Annem ve diğer mevlevi kadınlar giysi kullanmazdı. Dergahda mevlevi kadınlarının da büyük
bir yeri vardı. Dergahta her derviş veya dedenin bir sanatı olması gerekirdi. Bunu Mevlana özellikle
istemişti. İşte o böyle bir mürşit idi.Yâ Hazreti Mevlâna, Hak
dost!"
|
Hüseyin Cahit -nüfus cüzdani |
|
" Çocukluk günlerimde beni etkileyen dergah hayatıydı.
Küçük yaştan başlamak üzere sema ve ney çalmayı, mutribde okumayı çok
severdim. Semahanede bir de büyük çalar saat vardı, onu babamla birlikte kurar, ayar ederdim..
Eskişehir' de ilkokula başlamıştım. Okul aşağı mahalledeydi.
Hergün dergahın bulunduğu Paşa Mahallesinden, Köprübaşı' ndan sonra gelen okula yaya
gider gelirdik. O zaman Eskişehir' de fayton, yaylı, tatar arabası gibi araçlar vardı. Otomobil
çok az vardı. Şehir içi belediye taşıtı da yoktu. . Çocukluğumda
beni etkileyen diğer bir konu da muhacirliğimizdir. Yunanlılar 1919' da İzmir e çıkıp
çıkıp Kütahya' ya kadar ilerleyince, babam ailedeki çocukları ve kadınları Ankara'
ya götürmüştü. Beraberinde annem ve kardeşlerim, teyzem ve çocukları olmak üzere
10 kişiydik. Amcam Alaaddin (Hilaleddin) Eskişehir' de nenelerimizin yanında ve işlerin başında
kaldı. Eskişehirden 40 kişilik vagonlara bindik, Ankara' ya giden son yolcu treniydi. O
zamanki lokomotifler kömür ve odunla çalışıyordu. İstasyonlarda durur, odun,
kömür ve su alırdı. Harp durumu olduğu içinde askeri taşıma yapan bütün
trenlere yol verilirdi. Polatlı' ya kadar geldik, orada bizi trenden indirdiler. Babam araba tuttu. (Cemaleddin Amca'
sının oğlu) Muhittin Celal Bey' in Ankara, Dikmen de bir evi vardı. Oraya yerleştik. .
Yunanlılar Eskişehir' i aldılar ve Polatlı yakınlarına doğru
gelirlerken, biz tekrar yola çıktık ve Kırşehir' e kadar gittik. Babam yaylı at arabası
tutmuştu. Bu yaylı tipi arabaların dingilleri üzerinde amortisman yerine geçen tek veya
çift makasları vardı. Üstü de deri veya bezden yapılmış yarım çevre
şeklinde gövdesi olurdu. Sol ve sağında meşin perde veya bezle kapatılmıs giriş
yerleri vardı.. Bir gece, konaklamış olduğumuz handa sabahleyin
kalkınca arabacının bizi bırakıp gittiğini öğrendik. O sıra, çekiş
ve binişe elverişli hayvanlar, atlar, arabalar, öküzler devlet tarafında angaryaya alınırdı,
yani iş yaptırır, bedelinin tamamını veya yalnızca bir kısmını öder ve geriye
borç makbuzu verirdi ve mal sahipleri bu işten çok kaçınırlardı. Konakladığımız
yerde babam bir tatar arabası bulabildi. Bu yaysız üstü kapalı olmayan bir yük arabasıydı.
Onunla yola devam ettik.Yolda her tepenin arkasında karşımıza eşkiya çıkacak korkusuyla
Kırşehir' e varabildik. O sıralar Padişah kuvvetleri ile Kuvay-ı Milliye arasında
çatışmalar olur, halk hangi tarafı tutacağını bilemez, bu yüzden de eşkiyalar
türerdi. O zamanlar Kırşehir ufak ve basit bir kasabaydı. Babama yardım edenler bir ev buldular.
Bu Köselerin Damı diye anılırdı.O yıllarda Kırşehir' de evler tek katlı olurdu.
İki katlı olanlara genellikle konak derlerdi. Tek katlı evler kerpiçti. Evimiz 3 odalıydı,
aşağıda hayvanlar barınır ve evin ısınması sağlanırdı. Tuvalet
bahçede bir kulübeydi. Pislik çukura dolardı ve bu dolunca başka bir kuyu kazılırdı.
Su evimizin karşısında zengin bir aile olan Bulgurlular' ın Konağının önündeki
çeşmeden alınırdı. Evi geçindirmek için babam bir atlı araba sağladı,
bununla hem kendi işimizi görür, hem de başkalarına iş yapardı.. Kırşehir' de mevlevi tekkesi olmadığından buralarda çok zorluk çektik.
O sıralarda Tokat' tan Hamdi (Yanık) Dayım geldi . Durumu hafifletmek için teyzem ve çocuklarını
Tokat' a götürdü. Ben de onunla gitmek istemiş, bırakılmayınca çok ağlamıştım.
Dayım bundan çok etkilenmişti. Biz bir süre daha kaldıktan sonra Konya Çelebisi' nin babamı
çağırması üzerine ailece Konya' ya gittik. Orada Çelebinin yardımıyla oldukça
iyi bir eve yerleştik. Yunanlılar İzmir' de denize dökülünce muhacirler kendi yerlerine dönmeye
başladılar. NOT: Eskişehir'in işgali 20 Temmuz 1921'dir. Bahaeddin Dede ve ailesini Konya'ya çağıran
Çelebi, 1920-1925 yılları arasında Konya Mevlevi Dergâhı postnişinliğinde 3.defa
bulunan Abdülhalim Çelebi olmalıdır (Bkz.aşağıdaki resim). Bu dönemde Konya Milletvekilliği
görevini de bîr süre devam ettirmiş olan Çelebi, ilk Büyük Millet Meclisi'nde, Meclis
ikinci Başkanlığına getirilmişti. Abdülhalim Çelebi, tarikâtların kaldırılması
ile ilgili kanunun hazırlıkları sırasında 1925 yılında İstanbul'da vefat etmiş,
aynı yıl "Tarikatların ilgası" ile ilgili Kanun yürürlüğe girmiş,
Türkiye'deki bütün dergâh, tekke ve zaviyeler kapatılırken, Konya Mevlâna Türbesi
ve Mevlevi Dergâhı'nın Atatürk'ün de emirleriyle «Müze» olarak ziyarete açılması
kararlaştırılmıştır. İki yıllık bir düzenlemeden sonra Konya Mevlâna
Dergâhı 1927 yılında «Konya Âsâr-ı Atîka Müzesi» adıyla
ziyarete açılmıştır. KAYNAK: semazen.net
Dergahtaki hayatımız
tekke ve zaviyelerin kapatılmasına (13 Aralık 1925) kadar sürdü. Ben de 1927 de Kuleliye kayıt
kabul olarak geçtim. O yıllarda askeri orta okullar kapanmıştı. Babam ayda 3-5 lira gönderiyordu.
Bununla İstanbul' a inerdik. Sinemalar sessizdi. Bir kadın piyano çalardı. 1927-1930 Kuleli' de okudum.
Lise son sınıftayken babam vefat etti.. Çiftlik Hayatı:
İsmail Dedemizin (annesi Ulviye Hanımın babası) Aktarmaç çiftliği
elden çıktıktan sonra dergahın gelirini artırmak amacı ile babam, büyük amcamız
Şemseddin Efendinin eşi Zeynep hanıma miras kalan çiftliği, Konya' ya yaptığımız
muhaceretten sonra Eskişehir' e dönüşünde ortaklarla işletmeye başladı. Bu çiftlik,
Eskişehir -Konya demiryolu ile Porsuk suyu arasında bir arazi idi. Çiftliğin demiryoluna yakın
yerinde bir höyük vardı. Söylentiye göre Türklerin Anadoluya gelmeden önce oralarda oturanlar
tarafından işaretleşme amacı ile kullanılırmış. . Babam
3 araba, 6 at almıştı. Bunlar şehirdeki menzilhanede konaklanıyordu. Okula gitmediğim zamanlar
çiftliğe gider ve ortakçılara yardım ederdim. Çift ve düven sürer, harman kaldırır,
benzeri işlerle uğraşırdım. Ata binmeyi ve at arabası kullanmayı da küçük
yaşta öğrendim. . Dergaha ait su değirmeni istasyondan
şehrin yukarı mahallesine giren şose kenarındaydı. Bunun suyu Porsuk nehrinden Karacaşehir civarında
ayrılan bir kolla Kızılyer' den geçerek iki yanındaki bahçelere de su vermek suretiyle değirmene
gelirdi. Burayı genellikle Alaaddin (Hilaleddin) Amca idare ederdi. Değirmeni de çok sever ve fırsat
buldukça öğütme işlerine yardım ederdim.. Babam
tekke işlerinden başka Eskişehir Hilal-i Ahmer cemiyeti reisi ve Tayyare Cemiyeti veznedarlığı
da yapıyordu. Tekke ve zaviyelerin kapatılması üzerine kendini tamamen bu iki cemiyete ve çiftlik
işine verdi. Pertev, Avni İstanbul da tahsildeydiler. Ben ortaokulun başlangıcındaydım. Boş
kaldıkça babama yardımcı olurdum.1927 de kuleli askeri lisesine yazılınca bu işleri bıraktım.
Babamın 2 yıl sonra vefatı üzerine dergaha ait mülkler vakıflar idaresince alındı.
Ailemiz büyük bir sıkıntı içine girdi. Bu sıkıntı ağbeyimin ve daha sonra
benim okullarımızı bitirmemize kadar devam etti. Annem ve ninelerimiz bir süre oldukça zorluk çektiler.
. Ninelerimizden yalnız üçünü görebilmiştim.
Hilaleddin Amcamın annesi Emine, Banu' nun annesi Hasibe ve Cemal Bey' in annesi Azime. Dedemiz devamlı 4 eşle
evli olurdu. Birisi vefat edince tekrar evlenirmiş. Emine ve Hasibe nineler bizim oturduğumuz evin bahçesi
içinde bulunan dergaha ait kubbeli odalarda otururlardı. Emine Nine' nin bir lafını çocuklar
arasında şöyle söylerdik. Çerkes ağzıyla: "erkek ketiler...ayak yolunu kirletmişsiniz
gene!" derdi. Bu kediler biz çocuklardık. . Evin bahçesinde
2 odalı bir bina ile fırın ve çamaşırhane olarak kullanılan ve içinde akarsuyu
bulunan bir bina daha vardı. Bizim oturduğumuz ev 2 katlıydı. Her iki katta 4er oda, ortada bir sofa,
üst katta 2 tuvalet vardı. Alt kat matbah, kiler, odunluk, hizmetçi odası olarak kullanılırdı.
Arka bahçede ağaçlar, sebze bahçesi ve çiçeklik vardı. Ön bahçede
dut ağaçları vardı ve orası bizim oyun sahamızdı. Gerek bizim ev, gerekse ön bahçedeki
bu 2 bina daha sonra yıkılmış, bahçeye bir okul yapılmış. . Kırşehir ve Konya'ya muhacir olarak gitmeden önceki yıllarda Eskişehir' de çok
fazla Rum ve bir miktar da Ermeni vardı. Ticaret ve iş hayatı bunların elindeydi. Rum mahallesi şehrin
en güzel tarafıydı. Oralara gitmemizi engellemek için onların iğneli fıçıları
olduğu, çocukları onların içine attıkları söylentisi vardı. Biz çocuklar
da korkardık. İstiklal savaşında sonra hepsi kaçtılar ve onların varlıkları
emlak-ı metruke, yani terk edilmiş malk ve mülk diye devlete kaldı.. Eskişehir'
e 1933 sonlarında, Hava Harp okuluna girmek üzere geldiğim zaman Hükümet Caddesi diye
anılan yol üzerinde Yedilere yakın bu evlerden 2 katlı olan birisini 3 arkadaş kiralamıştık.
Mutfak ve salon müşterekti. Her birimizin birer odası vardı. Annem ve Hasan yanımdaydı. Binbaşı
iken şehid olan Afyonlu Bahaddin ve kızkardeşi, Rumelili Mustafa' nın annesi, beraberdik. 1934 de biz
Yeşilköy' e gidince, hava okulunu bitirinceye kadar arkadaşlar bu evde kalmışlar. .
Babam Rüştiye' yi bitirdikten sonra Mısır' a gitmiş. El Ezher medresesinde
okumuş. Daha sonra dergahda Farsçayı öğrenmiş ve çile doldurup dede olmuş ve mistik
konulara yönelmiş. Şeyh olduktan sonra dergahın parasal işlerine, ayin ve mukabelelerin yapılmasına
yönelmiş. Sesi güzel ve makam bilirdi. Ney, kudüm ve rebab çalardı.. Annem zamanın Rüştüye mektebine muadil bir eğitim görmüş. Evlendikten
sonra dergahın harem tarafını yönetmiş. Becerikli ve otoriterdi. Latin rakamları ve Türk
alfabesi kabul edildikten sonra ilk öğrenenler arasındaydı ve pek çok kimseye okuma ve yazma öğretti.
Sesi güzel sayılırdı. İlahileri ve zamanın şarkılarını söylerdi.
Çalgıya heves etmemiş. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra ölünceye kadar dergahın
evinde oturabilirken orada kalmadı. Ben Harbiyeyi bitirince yanıma aldım ve hep benimle kaldı..
Kurşunlu Camii: Şimdi biraz da Kurşunlu Camisinden
bahsedelim. Bu külliye, Kanuni' nin vezirlerinden Çoban Mustafa Paşa tarafından cami, medrese, kervansaray
ve aşhaneyi içermek üzere 1525 de yapılmış. Bu caminin bir eşi de aynı vezirce Gebze
de yapılmış bulunuyor. . Mevlevi dergahı kurulunca, medresenin
18 odası dede ve dervişlere verilmiş. Kubbeli oda dergahın harem tarafına bırakılmış
ve bu odalarda ninelerimiz oturmuşlardı. Kubbeli odaların orta yerindeki semahanenin arka tarafında,
Hasan (Hüsnü) ve Hüseyin Dedelerin sandukaları vardı. Üstü kapalıydı ve semahaneden
buraya girilirdi. Sonradan türbe kısmı yıkılmış ve açık vaziyete getirilmiş
ve kabirler dışarda bırakılmış. Bu türbede yol tarafında, dedemiz Mevlevi ve Kadiri
Şeyhi Dersean ve Mesnevihan Hacı Hasan Hüsnü dede, 1839 doğum, 1916 vefat ve onun babası olan
Çürükoğlu Hacı Hafız Hüseyin yatmaktadır. Onun vefatı 1876 dır. Bunların
ayak ucunda ise Hasan Dede' nin oğullarından olan Şeyh Şemsettin Efendinin küçük yaşta
ölen 4 çocuğunun mezarları var. . Çocukluğumda
aklımda kalan diğer olaylardan birisi ise Şeyh Edeb-Ali türbesinin bütün dergah mensubları
ile birlikte ziyaretidir. Şeyh Edeb-Ali' nin kapısında "Edib-i Ali" yazmakta ise de sokak levhasında
ve dış kapıda "Edeb-Ali" yazısı vardır. Eskişehir halkı da onu bu isimle
yad eder. Kendisi aslen Karamanlıymış. Edirneli Vecdi Efendinin yazdığı Şekayik-i
Numaniye de, "Şam da ilm ve usul ve furuu fenni tevsir ve hadisi ahs eyledi. Her birinde 7 tula sahibi oldu. Ekmel
fıkıh idi. Mesleki sufiye sakih idi. Sultan Osman Gazi kendisine riayet ederdi" der. Osman Bey şeyhin
kızı Malhatunla evlenir. Orhan Gazinin İznik de yaptırdığı medresede müderris olan
Tacettin Kurd-i, Edeb-Ali nin kayınpederi oluyormuş."
KONYA Mevlevihanesi Postnisini (1920-1925) |
|
abdulhalimcelebi.jpg |
|
|
|
|